11 Ekim 2015 Pazar

Cream Eyeshadow: Shiseido vs. Bobbi Brown

Bir önceki yazımda Shiseido ve Bobbi Brown'nun BB kremi ile ilgili görüşlerimi paylaşmıştım. Yazıya kısa yoldan ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz. İki marka için ortak kullandığım bir diğer ürün ise krem farlarıydı. İkisinide yılbaşı indirimindeyken almıştım.


Bu tip ürünlerde aradığım özellikler güzel bir renge sahip olması dışında kolay uygulanabilir olması ve uzun süre kalıcı olmasıdır. Kalıcılık aslında gerçekten önemli bir özellik benim için. Bir süre sonra farın göz kapağının katlanma yerinde çizgi halinde toplanması gerçekten kötü bir görüntü oluşturuyor. Ancak istediğim şekilde uygulayamadığım bir farın uzun süre bozulmadan kalmasınında bir anlamı olmuyor tabi. Neyse lafı fazla uzatmadan yorumlara geçelim.

Her iki ürünü de severek kullanıyorum. İkisininde kendine göre avantajları ve dezavantajları var.

Shiseido yine o ipeksi dokusuyla uygulamayı çok kolaylaştırıyor. Farı göz kapağı üzerinde istediğin bölgelere dağıtabiliyorsun. Toz farlar ile birlikte kullanıma da oldukça uygun. Ancak en büyük sorun far kolaylıkla yayılabildiği gibi kolaylıkla toplanıyorda ne yazık ki. Farın toplanmasını önleyen sabitleyici baz ile kullanımıda pek bir şey değiştirmiyor.

Bobbi Brown ise daha yoğun ve çabuk donan bir yapıya sahip. Bu da farın göz kapağı üzerinde yayılmasını zorlaştırıyor haliyle. Bu durum toz farlar ile kullanımında da sıkıntıya neden oluyor. Ancak kalıcılığı çok iyi. Biraz sabır ve uğraşıyla istediğin görüntüyü elde ettiğin zamanda uzun süre toplanmadan kalabiliyor.

Siz hangisini tercih ederdiniz? Kolay uygulanbilirlik ve diğer farlarla rahatlıkla kullanılabilmesini mi yoksa üzün süre kalıcı olmasını mı? Cevaplarınızı merakla bekliyorum.








10 Ekim 2015 Cumartesi

BB Cream: Shiseido vs. Bobbi Brown

Gözlerimde ve cildimde kullandığım ürünler konusunda çok seçiciyimdir. Bu nedenle kozmetik ürünlere çok para harcarım. Ancak sık değiştirmem. Nemlendirici kremlerini senede 1 en fazla 2 defa yenileyebiliyorum. Az sayıdaki deneme şansımı ve vereceğim parayı düşündüğümde ürünü almadan önce doğru karar vermek önemli oluyor tabi.

İlk kullandığım marka olan "Bobbi Brown" ile üç yıl önce karşılaştım. Marka Türkiye'ye girişini Beymen ile yaptı. Şimdi ise Boyner çatısı altında ve az sayıdaki kendi mağazasında satışını sürdürmekte.

"Shiseido" ise dünyaca tanınmış ve uzun süredir Türkiye'de satışı olan bir marka olmasına rağmen ne yazık ki kendisini sadece bir senedir kullanmaktayım.

Cildimde renk düzensizliği fazla olduğu için ve makyaj yapmak yerine -Cildi ciddi anlamda yorduğunu düşünüyorum- BB krem kullanmayı tercih ediyorum. Bunun yanı sıra BB krem belki makyaj kadar kapatıcılık sağlamıyor ama hem cildi nemlendirmesi hem de cildi yaşlandıran UV ışınlarına karşı koruma sağlaması açısından makyaja kıyasla göz ardı edilemeyecek avantajlar sağlıyor.


Haliyle iki markanın BB kreminide denemiş bulunmaktayım. Öncelikle yorumlarımın ürünlerin benim cilt yapım için sergiledikleri performanslar için geçerli olduğunu belirtmeliyim. Cildim kuru ve T bölgesinde yağlı olmak gibi tuhaf bir özelliğe sahip. Bu nedenle nemlendirici kullanmak benim için önemli ve BB kremlerinide nemlendirici üzerine uygulamam gerekiyor.

Ürünler için düşüncelerime gelirsek;
Shiseido BB kremin ipeksi dokusu gerçekten güzel. Yağsız, hafif yapısı ile yüzde ağırlık yapmıyor. Zaten nemlendirici üzerine uygulamamdan olsa gerek nemlendirme açısından henüz bir fark hissetmedim. Kapatıcılığı açısından ele alındığında aynı markanın renk düzensizliklerini azaltmaya yardımcı diğer kremleri ile kullanıldığında neredeyse fondöten kullanılmış gibi bir etki oluşuyor. Yani inanılmaz. Ne yazık ki sadece iki farklı renk seçeneği sunuyor.

Bobbi Brown'un BB kreminin daha yoğun bir dokusu var bu sayede daha iyi bir kapatıcılık sağlıyor. Yağsız olması sayesinde yine hafif bir yapısı var. Başka bir artısı daha fazla renk seçeneği sunarak cildine daha uygun rengi bulmana yardımcı oluyor. İnternette ürün ile ilgili pek çok olumlu yorum okudum. Lakin nemlendiriciden hemen sonra ya da yeterli bir süre bekledikten sonra da kullansam pürüzsüz, doğal bir yapı elde edemedim. En iyi sonucu yüzümü yıkadıktan sonra nemlendirici kullanmadan denediğimde elde edebilirim belki diye düşündüm ancak bu seferde cildimin kuruluğundan krem düzgün dağılmadı, nemlendirsin diye normalden biraz daha fazla kullandığımda ise doğal görünüm kayboldu ve yine istediğim görüntüyü yakalayamadım. Kısacası -cilt yapıma uygun olmadığından olduğunu düşünüyorum- aldıktan sonra pişman olduğum çok az sayıdaki üründen biridir.

Umarım ürünler hakkında biraz da olsa bilgi sahibi olmanızı sağlamışımdır. Bu iki markanın diğer ürünleri için de karşılaştırmalarını gelecek günlerde yapmayı planlıyorum.






8 Ekim 2015 Perşembe

Yeni yemek kanalım "Tastemade"

Geçen gün hiç aklımızda yok iken bir arkadaş vesilesiyle Apple tv aldık. Başlarda boş yere mi para verdik diye düşünmeden edemedim. Çok fazla kanal seçeneği yoktu çünkü. Ancak kanalları dolaşırken benim için altın değerindeki bilgi kaynaklarını bulunca "Tamam, şimdi değdi." dedim kendi kendime.


Bu kanallardan benim için en vazgeçilmezi 24 saat yemek programları yayınlayan "Tastemade" adlı kanal oldu. Programlardaki görüntüler ve anlatım o kadar güzel ki yemekle alakası olmayan kişileri bile ekrana kilitliyor. Kanalın bünyesi altında pek çok program mevcut. Sadece vegan yemeklerinin yapıldığı "Raw. Vegan. Not Gross.", her ülkeden farklı içeceklerin yapıldığı "Thirsty for..." ki benim favorilerimdendir, 24 saatte 24 farklı restoranın denendiği "Day of Gluttony" bunlardan sadece birkaçı. Anlatımları basit ve anlaşılır, görseller ise inanılmaz iştah açıcı. Aslında kanalın püf noktası kısa zamana çok sayıda tarifi sıkıştırabilmesi. İzlerken sıkılmıyorsun. Bunun yanı sıra yemekler bizdeki Oktay usta misali sadece patlıcanı kabak ile değiştirip yeni bir tarif gibi önüne getirmiyor. Gerçekten değişik tatlar olduğunu, görünümün de tat kadar önemli olduğunu görüyorsun. Kısacası bu kanal benim yemek algımı değiştirdi.



19 Eylül 2015 Cumartesi

,öteden beriye...

Ötekileştiriliyoruz efendim. Günbegün, anbean daha da ötekyiz daha da ötedeyiz. Güzel masalların çirkin kahramanları olma sevdamızdan bir türlü sıyrılamadık, uyuyan güzeli kurtaran beyaz atlı prensi anlatırken keloğlanı bulduk karşımızda, yıllarca halktan biri aradık durduk televizyonlarda sonumuz: Sabah 3 ölü 5 kaynı kayıp, öğlen şunu da yemezsen hatırım kalır, akşam ya evlen ya da bizımla değilsın oldu. Jenerasyon farklılıkları, kuşaklar arası çatışma konularına hiç girmiyorum zaten girecek birikimim de yok, benimkisi kendiliğimden çıkan yakarışlar. Beğenilmek, onaylanmak adına var ettiğimiz kalabalıkların içinde ötekiyi oynamaktan sıkılmadan sürdürüyoruz yaşamımızı. Farklı olana duyulan "o" olma istenciyle başlıyor her şey, geriye kalansa kötü birer taklit ve ben farklıyım nidaları. Bu noktada ise kendi kendimize oynadığımız bir oyundan ibaret öteki olma sorunsalı. Ben böyleyim diyebilmek için bir sürü benlik yarattık kendimize, bulunduğumuz ortamlarda masaya yumruğunu vurup bana uymaz abi diyebilmek için uyumsuzluklar biriktirdik kendimize, sarılıp ağlayabilelim diye bütün içtenliğimizle yaralar açtık kendimize ve daha nicelerini yaptık kendimize ki hep olduğumuz yerden ötede olabilelim. En büyük hayal kırıklıkları bizim olsun, en büyük sevinçleri biz yaşayalım, en büyük isyanlar bizimkisi olsun ve tabii ki en büyük aşklar da, hep en çok biz sevilelim ki; hep en çok da biz yadsınalım... Kaybedişlerimizi öyle sert yaşayalım ki çığlıklarımızın sessizliğinden sağır edelim insanları ya da o kadar mutlu olalım ki mezarlarındakilere evrende kötüye dair bir şey kalmadığını kanıtlayalım. O kadar sıkıldım ki bu vb senaryolara şahit olmaktan, ucundan kıyısından içinde bulunmaktan bu yazıyı da anlamlı bir bütün haline getirmeden olduğu gibi bırakıp kaçıyorum arkadan gelense...

18 Eylül 2015 Cuma

Kitap Yorumu (Kelebeğin Hayat Sırları- Nil Karaibrahimgil)

Seni ilk gördüğümde sırtında bir çanta vardı "özgür kız" dın. Saçlarının rüzgarda uçmasını bile özgürlüğünle bağdaştırdım. Senin gibi özgür bir kız olmak istedim. Sırtımda çantam , dağ tepe dolaşıp "ben özgürüm" demek istedim. "Sadece reklamlarda filmlerde olur, bir kız öyle tek başına dere tepe gezmez" dediler. Kabul etmedim. "Ben özgürüm!" dedim. Hatta öyle bir işlemişti ki bu laf zihnime, çocukluktan çıkıp da ergenliği yaşadığım yaşlarda sık sık kullandım. "Ben özgürüm, giderim her yere!" dedim. Ve büyüdüm, büyüdüm... Düşlerim gitti uzaklara ben kaldım hep aynı ortamlarda. Yetişkinlerin dedikleri ağır bastı bir anda.


Sonra şarkılarınla çıktın karşımıza... Bir birinden özel bir birinden özgün şarkılarınla... Kimileri garip buldu, kimileri benim gibi çok sevdi tarzını! Keyif veriyordu seni dinlemek. Bir kere herkes gibi değildin, biraz farklıydın ve farklılıklarını sevmiştim. Kendimi buluyordum biraz müziğinde.

Ve şimdi de "Kelebeğin Hayat Sırları"nda yine bizimlesin Nil! Kendine özgü karakterini anlatmışsın. Çok özeline girmeden düşüncelerini paylaşmışsın. "Sadece müziğe değil, öğrenmeye tutkum var!" demişsin resmen.
Kitapçıya girdim ve renkleriyle beni büyüleyen kitabı gördüm. Midem de kelebekler uçuştu biraz tıpkı kitabın kapağındaki gibi. Daha da yaklaştım kitaba, yazarı senmişsin Nil! Bir süredir kitap okumayla pek aram yoktu, tereddüt ettim almaya. Yarım saate yakın dolaştım kitapçıda ve bu sürede en az 5 kez kitabını alıp alıp bıraktım. Ve en sonunda kendimi kasada buldum. "Bu kitap benim olmalıydı!" 


Yaklaşık altı günlük bir yolculuğumuz oldu seninle. Farkındalığım arttı cümlelerimde, yeni pencereler açıldı hayatıma, her yeni sayfaya geçtikçe. Yazdıklarının bazılarına katıldım, bazılarına katılmadım. Ama düşüncelerini izledim sessizce. Unuttuğum şeyleri, tatlı bir dille tekrar hatırlattın.Tamam bazen yoruldum okurken, çünkü şiir gibi yazmışsın demek istediklerini. Yazılanlardan çok, satır aralarında yüklü anlatmak istediklerin. Bilgiyi sözcüklere, düşündüklerini sayfanın arka planına işlemişsin bir nevi. Ve nihayet bitirdim kitabını, tanıdık bir dosta merhaba demişim gibi hissettirdin. Teşekkür ederim.

Tanıtım Bülteninden :

17 yaşıma dönseydim, kendime şunları söylerdim: En önemli şey aşk; onu doya doya yaşa!
Birkaç kişinin elini sıkı sıkı tut. Onların dertleriyle dertlen, mutluluklarıyla uç, dediklerine kulak ver. Başkalarının kriterlerine göre seçim yapma. O zaman başkalarının gideceği yerlere gidersin. Oralarda ne işin var? Her gün oku. Her şeyi oku. Ağaç olmak nasıldır? Van Gogh olmak nasıldır? İkinci Dünya Savaşı'na katılmış olmak nasıldır? Öğren. Kendinle sosyalleş. Yoksa unutursun nasıl biri olduğunu. Her gün şükret. Karanlık günler olacak. Düşeceksin de. Yaralar da açılacak. O zamanlarda şunu unutma: Tünel bitecek. Kalkacaksın da. Kabuk da bağlayacaksın. Korkmaktan korkma. Ödün bile kopsun. Sonra kapa gözünü bas karanlığına. Belki biri taş döşemiştir; kim bilir. Böbürlenme. Kibirlenme. Köpürme. Abart. Çoğalt. Parlat. Her gün, bir yazar tarafından hayatının hikâyelendirildiğini düşün ve dinle. Böyle bir kahraman olmak ister miydin? İstiyorsan başarıyorsun. Ne mutlu sana.Sayfa Sayısı: 296
Baskı Yılı: 2015
Dili: TürkçeYayınevi: Doğan Novus


15 Eylül 2015 Salı

Hoş Geldin Sonbahar!

Sabah bir rüzgar taradı saçlarımı, sonra toprağın kokusu işledi ciğerlerime, özlediğim havalar değdi tenime. Ve nihayet yine bir son bahar! "Seni seviyorum sonbahar!" dedim ve içten bir gülümsemeyle uyandım .

Gökyüzü  griye boyanmış, beyaz bulutlar kaçacak yer arıyor. Güneş hiç istifini bozmadan; bir bulutun arkasında, tatile çıkmış gibi, dinleniyor.



Durumdan hiç şikayetçi değilim. Ben sonbaharı çok severim. Kimine göre hüznün, kimine göre ayrılığın mevsimi olsa da; bana hayatımın aşkını, sevdanın büyüğünü getirdi. Ürperdiğim gök gürültüsünde, sığındığım kucağı getirdi. Benim için aşk, benim için sevdanın mevsimi sonbahar!  

Kimileri yazı, plajı kumsalı sever... Kimileri kışı, karı, kayağı sever... Kimileri ilk baharı, çiçekleri, güneşi sever... Kimileri de benim gibi yağmuru, gri gökyüzünü, şimşekleri, gök gürültüsünü, toprağın kokusunu, kızaran yaprakları... sonbaharı sever!

Tenime değen her yağmur damlasında, 
Bulut olmak istiyorum, hem de kocaman bir bulut! 
Tüm yağmuru içimde sığdırmak,
Her yere sonbaharı taşımak için! 

Rüzgar olmak istiyorum. 
Dağların en tepelerine,
Ormanların en kuytu yerlerine delice esmek,
Denizi, deniz yapan dalga olmak için! 

Yağmur olmak istiyorum.
Gökyüzünün en saf katmanından,
Yer küreye temizliği taşımak,
Bir tohuma can vermek için! 

Ne denli çocukça değil mi? 
Varsın olsun! Çocukça olsun!  
Ben yine de hem yağmur, hem bulut, hem rüzgar... 
Yani sonbahar olmak istiyorum. 

Hoş geldin Sonbahar!

13 Eylül 2015 Pazar

Hep Genç Kalmak

Geçen yıllarda bir tanıdığım 40. yaş gününde göz yaşlarına boğuldu."Ben hangi ara kırk oldum!" diye. Kutlama havası olması gerekirken, atmosfere matem yayıldı. Ne diyeceğini bilemiyor insan. Gençliğe doyamamış, hayallerini gerçekleştirememiş ve tercihlerinin sonuçları ile yaşamayı öğrenememiş bir kadın gözü yaşlı duruyor karşınızda siz olsanız ne dersiniz?

"Hala çok genç görünüyorsun! Sahiden! Kimse inanmaz 18 yaşında kocaman bir kızın olduğuna!" dedim. Söylediklerimin, onun için bir anlamı oldu mu bilemiyorum. Çünkü dediklerimi dinlediğini sanmıyorum. Öyle boğulmuş ki acısına, yıllardır tanıdığı sevdiği birinin yasını tutar gibi tutuyordu, gençliğinin yasını. "İnsan hissettiği yaştadır!" dedim. Gözlerinin kenarındaki çizgileri, saçlarındaki beyazları düşündü. Hiç bir hayalini gerçekleştiremediğini hatırladı. Sustum diyecek bir şey bulamadım. Konuyu değiştirmeye çalıştım.

Hiç yaşlanmayacak ve sonsuz bir ömre sahip olsaydınız nasıl olurdu? Hep, 20'li yaşlardasınız ve hayat size bir kırışıklık bile katmamış. Saçlarınızda tek bir beyaz yok! Tapılası bir vücudunuz, sayamayacağınız paranız var. Birden fazla dil biliyorsunuz. Gösterdiğiniz yaşa göre oldukça kültürlüsünüz. Tarihi, kitaplardan değil bizzat içinde olarak öğrenmişsiniz. Her teknolojik gelişmeyi adım adım takip etmişsiniz. Zaman sıkıntınız yok, nasıl olsa daha uzun uzun yıllar var önünüzde. Kulağa hoş geliyor değil mi? Hem kim yaşlanmak ister ki?

Birde madalyonun öteki yüzüne bakalım mı? 

Yaşıtlarınız yaşlanıyor, etrafınızdakiler gençliğinize anlam veremiyor. Arkanızdan herkes dedikodu yapmaya başlıyor. Sizin bir tek kırışığınız yok! Sevemiyorsunuz, aşık olamıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, bu işin bir sonu yok. Birlikte yaşlanamadıktan sonra, ne önemi var aşkın! O yaşlanıyor, hastalanıyor, siz onun çocuğu gibi kalıyorsunuz. O ölüyor ellerinizle toprağa gömüyorsunuz. Tıpkı diğer sevdiklerinizi gömdüğünüz gibi. Bir kez daha büyük acılar yaşamak istemiyorsunuz ve sevmek istemiyorsunuz. Hangi anne baba çocuğunun ölümünü görmek ister ki? Siz torunlarınızın bile öldüğünü görüyorsunuz. Hiç arkadaşınız kalmıyor. Hiç tanıdığınız kalmıyor yer yüzünde. Sizin saçınız bile beyazlamamış.

Uzun yıllardır hep genç kaldığınızı görenler peşinize düşüyor, bilim insanları üzerinizde deneyler yapmak istiyor kaçıyorsunuz. Kim kobay olmak ister ki? Kimliğinizi değiştirmek zorunda kalıyorsunuz çünkü kimse bu kadar genç görünen birinin 100 yaşının üzerinde olduğuna inanmıyor. 

Yeni arkadaşlar edinemiyorsunuz, çünkü bir şeyler konuşacak birini bulamıyorsunuz. Sizi anlayan, aynı kültürde, aynı telden çalabileceğiniz insanlar yok! Yalnızsınız. Ama genç, güzelsiniz! Tek akrabanız, arkadaşınız kalmamış ama sonsuz bir ömre sahipsiniz! Tıpkı evren gibi başı sonu belli olmayan ölümsüz bir yaşam. Aynalardan nefret ediyorsunuz. Sırrınızın açığa çıkmasından korkarak yaşıyorsunuz. Zamanla bir kırışıklığa, bir tel beyaz saça hasret oluyorsunuz. Yaşlanmak ve hatta ölebilmek için her şeyi vermeye hazırsınız. Bu sonsuz acıdan, izole hayatınızdan, yalnızlıktan kurtulmak istiyorsunuz.

Bunları düşündüğünüzde hala sonsuz bir ömür yaşamak isteyen var mı? Hep genç kalmak isteyen var mı? 

Yıllar önce, Ken Grimwood'un Zaman Çarkı adlı eserini okuduğumda, sonsuz bir yaşama ve hep genç kalmaya dair düşüncelerime, yeni bir bakış açısı eklenmişti. Güzel bir romandı, her ne kadar sonu havada kalsa da, hızlı okuduğum kitaplar arasındaydı. Kitabın arka kapağında "Ya sizi bekleyen bir son olmasaydı..." yazıyordu ve ilgimi çekmişti. Tam da hayata küfrettiğim, zamanın nasıl aktığını anlamadığım bir vakit ellerimde tuttuğum bir kitaptı. Belki de bu yüzden güzel geldi bilmiyorum. Ama kurgusu, olay örgüsü sahiden iyiydi. Okumak isteyenlere tavsiye ederim. 

Tabi zaman geçti, mekanlar değişti. Unuttum, o kitabı okurken hissettiklerimi. Belki bilinçaltımda henüz benimseyememişti, kitabın anlatmak istediğini.

Son zamanlarda, yaşımla ilgili yorumlar duymaya başlamıştım. İnsanlar "Bu yaşa gelmişsin de şunu yapmamışsın bunu yapmamışsın ... vs" eleştirip duruyorlardı. Onlara içten içe kızıyordum; ama asıl kendime kızdığımı da biliyordum : "Ben böyle düşünmeseydim, bu tarz insanların konuşmaları bu kadar acıtmazdı." diye. Tam da bu sırada Lee Toland Krieger'in yönetmenliğini yaptığı 2015 yapımı bir film olan "The Age Of Adaline" i izledim.Türkçe'ye"Ölümsüz Aşk" ismiyle çevrilmiş bir sinema filmi. Unuttuklarımı hatırlattı. Bu filmde de 29 yaşındaki Adaline'nin senelerce 29 yaşında kalarak hayatı nasıl yaşadığını izleyebilirsiniz.

İşte benden böyle! İki aydır 29. yaşımı yaşıyorum. Hayatı seviyorum. Yaşımdan da mutluyum. Kırışıklarımı ve saçlarımdaki beyazları sevgiyle kucaklıyorum. Her yaşın kendi güzelliği var. Zamana mekana takılmadan hayatı yaşamaya çalışıyorum. Ben yaşlanmayı, her yaşımla beraber, yeni anılar edinmeyi seviyorum. Doğmam gereken zamanda doğdum, yaşamam gereken zamanda yaşıyorum ve ölmem gereken zamanda öleceğim.

4. Blogger :)

Hayal dünyamın kapısını aralayıp dışarıya göz atmanın zamanı sanırım geldi. Orada yaşadığım maceralara ara verip, edindiğim dostlara bu dünyadan da birilerini katma zamanı artık.

Şimdiye kadar ilgilendiğim birbirinden alakasız konularla ilgili düşüncelerim, fikirlerim ve denemelerimi paylaşmak istedim. İnsan büyüdükçe daha fazla yeniliklere açık insan bulacağını sanıyor. Daha fazla hobisi olan, farklı olanı kabul edip kendine birşeyler katabileceğinin farkında olan  insanlar. Ama nedense tam tersi olduğunu gördüm. Bu nedenle hep kendime sakladım. Zamanla sessizliğe gömüldüm ve sonunda sesimi kaybettim.

Buradan başlayarak sesimi arayacağım. Konuşacağım, anlatacağım ve bunları elimden geldiğince paylaşacağım.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Dil öğrenmeli…

Oldum olası değişik kültürlere bir ilgim olmuştur. Özellikle Uzakdoğu kültürüne… Kitaplardan, dizilerden, filmlerden öğrenmeye çalıştım hep. Ama bir yerde yetmiyordu.
Bunu İngilizce, Fransızca ve İtalyanca gibi Avrupa dillerinde çok hissetmiyorsun. Orijinal dilinde ve Türkçe alt yazılı izlediğin zaman bir filmi gerekli nüansları ve vurgulamaları anlaman için yeterli oluyor. –Ben yine de animasyonların Türkçe seslendirmelerini daha başarılı buluyorum gerçi.- Lakin söz konusu Japonca veya Korece olduğunda işler değişiyor. Dil katmanlardan oluşuyor çünkü. Diyalogların etkileyici olması, karakterler arasındaki etkileşimin tam olarak anlaşılabilmesi için samimiyet, saygı ve hakaret edildiğini anlayabilmek gerekiyor. Ne var yani, bunları Türkçe ile anlatamıyor muyuz diye soracaksınız. Cevabım “-Tam olarak değil.” olacaktır. Örneğin;

Geçen gün bir komedi filmi izlemek istedim. Korelilerin espri anlayışını bize oldukça yakın buluyorum. Hatta bizimkinden daha kaliteli bile olabiliyor. Malum Kore sineması dünyada tanınmış bir sektör oldu artık. Hoşlanabileceğimi düşündüğüm “Bayan Büyükanne (Su-sang-han geu-nyeo)” adlı filmi seçtim. Filmde 74 yaşındaki Oh Mal-Soon cenazesinde düzgün bir fotoğrafı olsun istediği için girdiği “Hep genç kal” adlı bir fotoğrafçıdan 20 yaşındaki görünümüne kavuşmuş olarak çıkar. Daha sonrasında onun genç görünümüne rağmen yaşlı bir kadının bakış açısına ve konuşma stiline sahip iken çevresi ile olan etkileşimini ve aldığı tepkileri anlatıyor. Tamam, çok süper bir film değildi ama asıl can sıkıcı kısım komik olması gereken yerleri Türkçe altyazıya rağmen benim anlayamamamdı. Vurgulanan şeyleri ve yerleri anlayabiliyordum ama “Bunu söylemesi neden komik olsun ki?” diye düşünmeden edemiyordum. İşte burada dildeki katmanlar kendini gösteriyor. Korece’de kişi kendisinden daha yaşlı birisine hitap ederken onun konumunu belirtecek şekilde adlara ve fiillere ekler getirmek zorundadır. (“Korecede saygı dili üzerine örnekleme” adında bir tez dahi buldum) Bizim Oh Mal-Soon yaşlı bir kadın gibi konuşmaya alıştığından bu ekleri 20 yaşındaki birisine göre yanlış kullanıyor bu da komik bir durum ortaya çıkarıyor aslında.
Benzer bir örnekte Japoncadan verebilirim. Zamanında MTV’de Türkçe olarak yayınlanmış olan animeleri izleyeniniz var mı bilmiyorum ama gerçekten başarılıydılar. Japonca üzerine Türkçe seslendirmenin bu kadar iyi olabileceğini düşünemezdim. Hellsing’i seslendireni o kadar iyi seçmişlerdi ki karakter çok daha karizmatik olmuştu. Neyse… Basilisk bu animelerden bir diğeriydi. İki ninja klanının 400 yıldır süre gelen savaşları, Koga Klanından Gennosuke ve Iga Klanından Oboro’nun birbirlerine olan aşkları ile biteceği düşünülürken kader onları korkunç bir savaşa sürükler. Savaş ve aksiyon dolu bir animede bizim dilimizde oldukça zengin bir çeşitliliğe sahip küfürler ve aşağılamalar dışında pek bir beklentisi olmuyor insanın. Yine de dilin detaylardaki güzellikleri gözden kaçmamalı bence.
Buluşmalarından birinde Gennosuke sevdiğine “Oboro” diye seslenir. Oboro bunu duyduğunda utancından kızarır ve gözlerini yere çevirir.
“Oboro neden adını duyduğunda utansın ki?” diye düşünüyor insan. (Tabii dikkatli bir izleyici ise…) Tüm klan üyeleri saygı ve konumları gereği birbirlerine –sama (efendi) ya da –dono (hazretleri) diye hitap ederken, Gennosuke’nin Oboro’ya sadece ismiyle hitap etmesi aralarındaki samimiyet ve sevgiyi vurgular.

Bu gibi daha pek çok örnek sıralayabilirim ama sizi daha fazla sıkmanın âlemi yok. Sonunda şunu anladım. Özellikle Uzakdoğu ülkelerinin kültürünü öğrenmenin en iyi yolu dilini öğrenmekten geçiyor.

Ha! Bir film izlemek için dil mi öğreneceğim diyorsanız. Ona bir cevabım yok.



Plansız Bir Gün

Yeni bir şeylere başlamanın heyecanı var içimde. Sabahın kör vaktinde uyanıp yazmak istedim. Ama ne yazacağımı bilmezken, ekrana dalmış buldum kendimi. Bir de baktım ki vakit geçmiş ve ben internette sörf yapıyorum. Bu durum ister istemez rahatsız etti; ama sonra kendimi bıraktım zamanın akışına.

Plansız, programsız, kuralsız, düzensiz Pulyana! Pek bir değişikti. Arda bir kendimi serbest bırakmak iyi geliyor.

Yaktım bir sigara, elimde bir fincan filtre kahve çıktım balkona. Bu arada, hala balkon için bir masa alamadık. Oturduğum minik bir çocuk taburesi, masam da plastik bir tabure. Aslında amaca giden araçlara ne kadar da takmışız kafayı değil mi? Şöyle olsun böyle olsun. En mükemmelli benim olsun!



Sonra ilerideki ormana daldı gözlerim. Yeşile ve yeşilin tonlarına. Karakterimizi oluşturan ince ayrıntılar gibiydi tonlamalar. Ormanın ürettiği oksijenle karışık biraz daha nikotin çektim içime. Çelişki ile dolu bir hayat. Düşündükçe çelişkiler büyüyor her nedense! Düşünmeyi bıraktım ve geçen gün satın aldığım kitabı aldım ellerime. (Nil Karaibrahimgil - Kelebeğin Hayat Sırları)

Bu aralar, romanlarla pek aram yok.  Beni alıp götürecek, başka diyarlara taşıyacak bilim kurgular da bulamadım daha. Hepsi bir manasız, hepsi bir anlamsız geliyor. Eskiden olduğu gibi bir kitaba delice aşık olamıyorum. Son sayfasına geldiğimde, karakterlerle yollarım ayrıldığı için ağlamıyorum. Vedalar bile koymuyor anlayacağın! 

Kişisel gelişim kitaplarından "öğh!" gelmiş artık. Herkes birbirini tekrarlıyor. Tekrarlayacak kimseyi bulamadıklarında da kendilerini tekrarlıyorlar! Sıkılmışım artık! Bakalım yeni kitap ile aram nasıl olacak!

Sizler bu aralar ne okuyorsunuz? 

Öyle bir şeyler

Günaydın galiba, başlarken Freedom çığlıkları her yerde... Uyanamama sorunsalı veya da bunu istememe: "-Yeni güne başlamasak ya - iyiydi bir önceki" daha yapacak çok şeyimiz varken düne dair ne bu acele? En iyisi kahve, bütün bu yeni gün hazımsızlıklarımıza gelsin sade, sert bi kahve. Sonra başlayıp bitirebiliriz sanki bir şeyleri; o güç, bardağında duran kahveden ya da yanındaki insandan ya da rüyandaki canavardan da gelse; güç güçdür biz de güce tapan yaratıklar. Kafalar karışık, kafalar hep karışması gerekenler; bazen bir ana karışanlar, bazen bir hayata karışanlar, bazense bir hayale karışanlar... Böl! Parçala! Yönet! Benimki hep dağınık kalıyor; ayırdığım her kısım parçalandıkça karışıyor, karıştıkça dağılıyor, yönetebileceğim anlar gitikçe yok oluyor. Geçmişiyle barışamayan, geleceğine alışamayan, anın karmaşasını bir türlü durduramayanım bu yüzden Merhaba yazısı da olamayanlardan. Uzun cümlelerim var yazıp okuyamadığım, gerekli noktalama işaretlerini hiç bulamadığım, bitmeyen upuzun cümlelerim var aslında hiç başlayamadığım... Bana dair anlatılacak şeyler ararken geldiğimiz bu noktada bitirmeye bir adım kala Do you really wanna go back in time? Parçaların bir kısmını burada bırakıyorum belki biraz daha dağıtırız.

Ben Lady Strange...

Tahmin edebileceğiniz gibi 4 bloggerdan biriyim.

Kendimden bahsetmem gerekirse, size bunun için ismimin yeterli olacağını söyleyebilirim. Aslında hiçbir şey beni bu isimden daha iyi anlatamazdı. Ben hayatım boyunca tuhaf olarak karşılandım nedense. Herkesin sevdiği şeyler ile ilgilenmeyen, sadece yaşlı kadınların tercih ettiği hobileri edinen, fantastik kurgu dışında doğru düzgün bir konu konuşulamayacak birisi oldum hep.

Yaptıklarım tuhaf değildi, ilginçti benim için. Hayatta her şey sıradan iken, neden ben de sıradan olacaktım ki. Beynimi ve rüyalarımı "tuhaf" şeylerle doldurdum. Tahmin edileceği gibi daha da tuhaf oldum. Tuhaf olmayı sevdim. Bu yüzden sustum bende, beni anlayabilecek birileri vardı nasıl olsa yanımda ve ileride daha çokları da olacaktı neyse ki.

Ama zaman geçip,sıradan insanlar ile iletişim zorunlu hale geldiğinde tuhaf yanlarını ya bir kenara bırakıyorsun ya da elinden geldiğince saklıyorsun ister istemez. Malum, kabul görme gerekliliği baskın çıkıyor.

İnsan kendi olmayınca daha özgür oluyor. Aslında daha bir kendi oluyor. Kısıtlamaları, çekinceleri olmadan gidiyor elleri klavyeye. İşte şimdi gerçekten tuhaf olabilirim. Tam anlamıyla "Lady Strange" olabilirim.

11 Eylül 2015 Cuma

Pulyana mı o da ne ?

Gözlerimi hiç açmak istemiyorum. Gerçekler hep orada duruyor çünkü. Uyumak düşümdeki hayalleri yaşamak istiyorum. Kendi ülkemde prenses oluyorum, kimi zaman kraliçe bazense köle gibi hissediyorum kendimi. Ama varsın olsun ben değişik karakterlerde yaşadığımda mutlu oluyorum. Çift karakterli miyim? Karakter problemlerim mi var? Mümkün mertebede görüyorum her şeyi! 

Yıllardır hep yazdım. Yazdıklarımı bazen yırttım yaktım bazen sakladım. Hep kaçırdım başka gözlerden, günlüklerimi. İçime kapandım. Okumasın kimse beni, dokunmasın en mahrem anılarıma istedim. Bazen kendime dahi itiraf edemiyorum kendimle ilgili gerçekleri. Genelde çok sorguluyorum kendimi. Şimdiyse herkesin okuyabileceği bir şekilde açıyorum kendimi, anılarımı. Kirlenir mi acaba hatıralarım, özelim? Bilmiyorum . Korkuyorum biraz bu kadar açık olmaktan. "Nickname candır" kafasındayım şuanda. Bu yüzden Pulyana oldum bu alemde. 

"Pulyana mı oda ne? Polyanna çakması gibi! Iyy yaratıcılığına tüküreyim!" diyorsun demi! Haklısın, barajı geçemiyor bu ara yaratıcılığım. Polyanna gibi pozitif olamadığım, genelde bardağın da boş tarafını gördüğüm için Pulyana'yım ben. Öyle çılgın deli bir şey değilim. Herkes gibi eh biraz değişiğim. Kendimle savaşırım, başka düşmana gerek duymam. 

Kırmak istiyorum duvarlarımı. Kendimle yüzleşmek istiyorum. Gerçeklere kendimi teslim edip, beni acıtan hayata göğüs germek istiyorum. 29. yaşıma gireli bir kaç ay oldu; ama hala bir çocuğun yapabileceği mal hataları yapıyorum. Büyümek istiyorum. Çünkü böyle kaldıkça hayat daha da acıtıyor ve ben yoruldum.

İşte benden böyle! Herkese merhaba! Adını sanını bilemediğim, orda olduğuna emin olmadığım okuyucu sana da merhaba !
Blogger tarafından desteklenmektedir.